Hiç Kimse Sıradan Değildir (I am The Messenger) – Markus Zusak

İyi bir kitap ölçütünü kafamızda düşünüp dururuz hep. Takip ettiğimiz bir yazar veya artık üzerinde tereddüt etmeyeceğimiz bir türün örneği seçim sırasında faydalı olur mutlaka. Ama yanılma payı da vardır elbet bu genellemelerde. “İyi kitap” yargısının oluştuğu en gerçekçi an ise, kuşkusuz başladığınız bir eserin sizi diğer uğraşlarınızdan sıyırıp her boş dakikada kitap okumaya yönlendirmesi, hatta ve hatta bunun için ekstra zaman yaratmaya sevk etmesidir.

Bu anlamda, ciddi şekilde yoğun bir tempoda altı gün civarında biten neredeyse 500 sayfalık Markus Zusak’ın Hiç Kimse Sıradan Değildir’i duruyor önümde. Sizinle net konuşacağım; ne yazarı biliyordum ne de daha önceden söylense içeriği hakkında olumlu düşünürdüm. Ama bir başlama eşiği var ya, onu geçtiğinizde açıkçası fazla bir şey yapmanıza gerek bıraktırtmayan bir kitap Hiç Kimse Sıradan Değildir.

19 yaşındaki taksi şoförü Ed Kennedy’in ağzından dahil oluyoruz romana. Tek hobisi kağıt oynamak olan ve kitabın Türkçe isminden de anlaşılacağı üzere hayatta fazla sıradan bir konumda bulunan Ed’in yaşamı, posta kutusunda bulduğu ve üzerinde üç adres olan as ile değişiyor. Tahmin edilebilir şüphenin ardından aslında yapacak daha iyi bir işi olmadığını farkına varan Ed’in adresi ziyaretiyse bizi kitabın Avustralya’daki orijinal ismi The Messenger’a getiriyor. Eşi tarafından hayli hırpalanan bir kadın, biraz güvene ihtiyaç duyan genç bir sporcu, halkın ilgisinden mahrum kalan bir kilise derken Ed, diğer aslarla beraber birçok hayatı daha mutlu hale getirmeye başlayan bir mesaj taşıyıcısına dönüyor. Bununla birlikte mesajlar en yakın arkadaşları ve kendine kadar ulaşıyor.

Kitabın finalindeki tatmin, okuma sırasında aldığınız kadar olmasa da, tabloyu lekeleyecek kadar düşük seviyelere de inmiyor. Garip bir kitap Hiç Kimse Sıradan Değildir. Ortada bir şey olmadan hatta yarısından sonra bir yere varamayacağınızı anladığınız halde zevkle devam edebiliyorsunuz ki, bu hissi böyle en ters köşe, unutulmaz finallere tercih edebilirim. Eylül ayında ısınan havalar, yazın yaşanan Christmas/yılbaşı derken yazar Markus Zusak’ın Avustralya esintisi de hiç fena durmamış. Bir yere varamayacaksınız evet ama okumak için can attırıyorsa, bir kitap olmuştur.

Son olarak Martı Yayınları’nın acelesine mi gelmiştir nedir, kitabın içerisindeki grafikler ve sayfa düzeninde hayli hata var. Ayrıca Türkçe isim ayarlamak adına The Messenger temasını kaybeden bir çeviri adı kullanmak da bence talihsizlik olmuş. Hadi ismi geçtim ama diğer hataların olası bir ikinci baskıda düzelmesi dileğiyle..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir