16.05 – Black Swan – Darren Aronofsky

Günaydın, tünaydın, iyi akşamlar ya da iyi geceler.. Hadi itiraf edin biri uydu di mi? 24 saati 4’e bölüp geriye seçenek bırakmayınca işler kolaylaşıyor baya. Darren Aronofsky’e de benzer bir şeyi yaptık Hoş Bir Melodram’da. Nasıl “iyi derin geceler” gibi seçeneklere inilmedikçe her saat dilimi kapsanıyorsa, The Fountain gibi tutulmayan bir film olmadan da Aronofsky için artık “tamam” diyebiliyoruz. Black Swan; Şimdi sizlerle!

Aaa bir saniye burada tanıştırmak istediğim biri var; Alihan. Scrtlg’s bünyesindeki teknolojik yazılarından ve kafamızın uyduğu onlarca şeyden sonra Hoş Bir Melodram’da tüm zevkiyle de bizlerle.

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.” demiş Özdemir Asaf zamanında. Ne kadar düşündürmüştü beni bu cümle küçükken duyduğum zaman. Gözümün önünden renklerin gök kuşağı gibi geçişi. Aslında beyaz gibi önemli bir rengin gök kuşağında olmamasının farkına varmak. Az daha büyüyünce her rengin beyaz rengin prizmatik kırılışıyla, farklı dalga boylarıyla oluştuğunu öğrenmek. Daha da büyüyünce ışığın algılamada önemli olmasını sağlayan şeyin, karanlığın doymak bilmez açlığı ve ışığı yenme isteği olduğunu görmek. Kısacası beyazın görünen ışıltılı gücünün aslında bir nevi ikiz kardeşi olan siyahın o gizemli ve baskın karakteriyle mümkün olabilmesi. Seyretmeye doyamadığımız her rengin sadece siyah ve beyaz basitliğine (belki de yüceliğine) indirgenmesi. Kuğu Gölü Balesi de bu savaşı bir aşk üçgeniyle anlatan bir eser.

Hızlı giriş diye buna derim! Aa aramızda bir doğumgünü çocuğu var bugün; Derya. Bakalım Nil‘le neler demiş?

Hoş Bir Melodram’da bugüne dek incelediğimiz filmler arasında en yenisi ve son yılların da bir o kadar konuşulanı Black Swan (Siyah Kuğu) ile karşınızdayız. Darren Aronofsky’nin 2000’lerin başından beri projelendirdiği 2009’da tamamlanıp 2010’da beyaz perdede boy gösteren yapım, Aronofsky açısından da, Requiem for a Dream’den sonra geçen neredeyse on yıllık sürenin ardından en büyük gündeme gelişlerden birini içinde barındırıyor.

İçeriğe geçmeden Black Swan’un tarzına dikkat çekmemek olmaz. Film Darren Aronofsky’nin favori tarzı psikolojik gerilim ve bunun yanında bir dra…. Bir dakika, dram değil. İzleyenler için olası bir dram profili barındırsa da psikoloji, gerilimin yanında içerdiği diğer tarz korku sevgili Hoş Bir Melodram okurları. Filmi izlerken duygudan duyguya sevk oluyorsunuz ve bunu belki anlamayabilirsiniz bile ama ‘ansiklopedik’ yaklaşımı şaşırtıcı olduğu için burada barındırmamız gerekiyordu.

“İncelediğimiz filmler, yaklaşımlar” falan tecrübe akıyor maşallah! Hoş Bir Melodram, sen ne hoşluklara kadirsin.. İşte onlardan bir diğeri daha; Melike?

Beyaz kuğudan siyah kuğuya geçiş yalnızca bir film değil, aynı zamanda Amerikan bağımsız sinemasının idare eder bir yönetmeninin, holivud sinemasının kalburüstü yönetmenine dönüşünün de hikayesi.

Pi, Requiem for a Dream’den kalma rahatsızlık yaratma hissi ve Wrestler’dan gelme bir psikoloji analizi. Karşınızda –yine- psikolojik gerilim sayılabilecek Black Swan.

İyi ve kötünün savaşı olarak değerlendirmiyorum ben bu filmi. Bastırılmış ve kışkırtılmış olan diye düşünüyorum (yani o da niyette). Çünkü herhangi iki kutuptan birinin doğrudan bir mesajı yok, doğruyu arama gibi bir kaygısı da yok. Yalnızca çevresi tarafından kontrol altında tutulan hırslı bir karakterin, kendi istek ve taleplerini aşan bir kışkırtmayla kendini bulmaktan çıkıp, tamamen değişmesi bence esas konu. Daha fazlasını aradım filmde, örneğin bastırılmışlık mı bu kadar şizofreniye sebep oldu? Sadece çevresel kışkırtmalar mı söz konusu? Hocası, arkadaşı gibi? Yalnızlık veya depresyon mu tetikliyor? Kendini keşfetmesiyle ortaya çıkan bütün cinsel istekler, işin “içgüdüsel” kısmına mı gönderme? Bunların hiç birinin cevabını bulamadım! O kadar yüzeysel geçilmiş ki, elinde sonunda sadece bütün yaşananlar “hırslı” olmaya varıyor. Çok hoş detaylar estetik kaygı ile es geçilmiş. Şizofreni gibi “popüler” bi konuyu ele alınca, gerekçelerini incelemeye ne hacet! En başından beri içinde, yalnız olduğu hallerde duyduğumuz kanat çırpışları, kahkahaların günyüzüne çıkması epey arada derede oluyor. Hatta rol kapma kaygısı ile eş zamanlı ilerliyor. Geçen hafta, diğer filmlerde çizdiğimiz grafiklerin burda yeri yok. Belirli bir yükseliş alçalış da yok düzenli bir artan gerilim yok. Bir anda hepten çıldırmış gibi oluyor Nina’mız. Finalde bu kanıyı tetikleyecek kadar hızlı gerçekleşiyor, sanki yarım saatlik filmiş gibi akıcı ama zaman yetmemiş gibi de atlanmış gibi film. Hakkını yemeyelim, muazzam çekimler, kuğu gölü balesi sahnesi ve peşinden gelen final klişe olmasında rağmen hala etkileyici.

Kesinlikle etkileyici. Yazılar da öyle. Psikoloji diyorduk sanki? NilDerya?

Tam bir “beyaz kuğu” olan Nina’nın, siyah kuğuyu yaşamaya başlaması hayatındaki bazı problemlerine ek “hırsı” filmin psikolojik yönüne hitap etmeye başlıyor. Aronofsky’nin yaşananların gerçekliğini izleyicilere bırakan tarzının ön plana çıktığı dönenlerde Nina’nın yedeği Lily ile yaşadığı lezbiyen ilişkiden tutun da, adlı adınca vermeden final sahnesinde yaşananlara kadar Nina’nın hayal-yaşam karışımının yorumunu yapabilmek zihinlerimize gizleniyor ve hırsın insanı nasıl bir hale sokabileceğinin tanığı oluyoruz.

Psikoloji demişken, bu işin kitabını yamış Alihan‘a dönüyoruz hemen.

Black Swan’da bu baledeki siyah/beyaz basitliği ağır bir “psikolojik dil”le anlatılmış bize. Close-up yani yakın ve hatta dar plan çekimler, kamerada kullanılan renk filtresinin renk doygunluğunun az olması ve genellikle sabit olmayan aktüel kameranın salınımları insanı gerilime sürükleyen öğeler. Siyahla beyazın çatışmasında bu hislerin verilmesi son derece gerekli ve Darren Aronofsky bunu teknikleriyle çok başarılı şekilde aktarıyor.

Siyahla beyazın gri dumanlı savaşında durumun tetikleyicisi rolündeki en önemli konu “hırs” olarak ele alınmış filmde. Ve hırsın kişinin kendinle mücadeleye dönüşmesi esnasında kendine verilen zararlar. Elin Amerikalılar’ının “colleteral damage” (sivil zaiyat mı desek yan zaiyat mı desek bilemedim) dediği hadisenin bireyin kendi vücudunda vuku bulmasının irdelenişini görüyoruz. Tırnak kırılması, kendini olur olmaz yerlerde görüyor yanılsaması gibi sahnelerinin ya da suyla aşırı yıkama, kaşıyarak vücuduna zarar verme sahnelerinin izleyenlerin çoğunda uyandırdığı izlenim bu noktada çok başarılı veriliyor. Karakterin bir önceki Black Swan rolünü oynamış olan Beth’in (Winona Ryder) halini gördüğü halde bunda üstelemesi çok farklı bir takıntı örneği veriyor. Ona özenmesi fakat aşırı hırsın onu getirdiği noktayı kaçırmaması ama denemekten de kaçmaması, bir idea uğruna kendine zarar vermeyi normal sayabiliyor. Keza filmin finalindeki yaralanma ve belki ölümle sonuçlanma durumu da aşırıya kaçmanın vahim sonuçlarını görmemizi sağlıyor.

Tekrar Mel‘deyiz..

Burdan, insanın içinde iyi ve kötüyü, ve bu tavırların ön plana çıkışındaki koşulları inceleseymiş, bu cast bu konu ile başyapıt çıkarmış. Örneğin, kanamaları ve kanatların çıkışını, kendi çevresindeki “özgür” beyinlerin dünyasında tutunma çabasıyla kendini parçalaması olarak düşünseydik, hırstan parçalanmak yerine ne güzel olurdu. Ya da siyah kuğu ile beraber herkesi büyülemesini, artık deliliğin etkileyiciliği beraber ulaşılan bir başarı değil de, bir tür zincir kırma olarak görseydik. Bıçakladığı, kendi rolü için gibi durmasaydı da kendi ruhu olduğu da gözükseydi, beyazı bir tür reddediş olduğunu daha net anlasaydık. Sonunda kalan soru işaretleri finalin içeriğine dair değil de nedenine dair olsaydı… vs vs.. kısaca Nina’nın çelişkilerini daha belirgin görseydik. Filmdeki temel çatışma sanki görmezden gelinmiş. Bu kadarının altından başarıyla kalkan Natalie Portman kesinlikle daha fazlasını yapardı. Ama daha sessiz, daha gergin hatta belki sanattın rekabetle ne kadar istesede belli ölçüde içe içe olamayacağını bile gösterirdi. Hah, Oscar’a aday olmazdı belki o zaman. Filmi özetliyorum; popülist! Zoraki konmuş çıldırma sahneleri, sinemanın nimetlerinden faydalanarak güzelleştirildiğinden anlamsızlığı gözükmeyen karakter sivrilikleri, kişilerin nerde niye nasıl davrandığı belli olmayan kurgu zayıflığı.. biçim olarak da; brehtyen tiyatro ile dramatik tiyatro tartışmalarını fazlasıyla hatırlattı bana bu film. Çok ilgili değil ama benzer sebeplerden, bir katarsisle hem Nina’nın hem de bizim filmde bir orgazm duygusuyla finalde yorulduğunu düşünüyorum. Bir tür arınma seansı gibi. Çünkü o kadar atmosfer kaygısı güdülmüş ki, sanki bir bale ya da eski yunan trajedyaları gibi film insanı içine çekmeyi hatta insanın kendini Nina sanmasını başarabiliyor. Masklar, makyajlar, kanatlar sadece bir dekor olarak değil bence bu eski yunan oyunlarına da gönderme de barındırıyor. Bu bir sonuç değil bir tercih yani. Başarmayı burda ben olumsuz anlamda kullanıyorum. Belki de sırf bu kaptırma ve özdeşleşme yüzünden filmi anlamıyoruz. Film biçimiyle içeriğini anlamsızlaştırıyor. (Kuğu gölü balesi sahnesi ise sanırım bütün Tschaikovsky sevenlerini büyüleyecektir.) Beyazla siyah neyi simgeledi, iyi ve kötü değil, güzel ve yanlış değil, bastırılma ve kışkırtma belki (bence) ama çok açık değil. bunun net bir cevabı yok. Ama seyirci imgeleri anlamalı onlar üzerine düşünmeli, tartışması da nedensellik içinde olmalı, kafası karıştığından değil.

Peki ya sona uzanışlar nasıl oluyor Alihan?

Aşırıya kaçmak dedik tamam ama, Natalie Portman’ın can verdiği Nina Sayers karakterinin zihinsel bütünlüğünün dağınık olduğunu da gözlemliyoruz film boyunca. Evde bir baba figürünün eksikliği ile tüm yükün anne karakterine kalması ve bu annenin de aşırı “hırslı” bir kontrol aşığı olması Nina’nın çocukluğunu ve ergenliğini ciddi derecede etkiliyor. Ve hatta ergenliğinin çocukluktan hiç çıkmadan geçmesini sağlıyor. Kendini keşfetmemiş, karanlık karakterin gerektirdiği duygu durumunu yüklenemeyen, naif, kırılgan fakat korku ve yasakların ardındaki karanlığı merak etmekten de geri durmayan bir karakter. Bununla beraber çevresindeki puslu hava, kötü arkadaşlar, saflığından yararlanmaya çalışanlar ve tek iyi denebilecek arkadaşının olması karakterin sosyal yönden de bir dar boğazda olduğunu gösteriyor. Oynaması ne kadar zor olsa da Natalie’nin performansı için denecek söz yok. Burada Nina için kilit nokta etrafında bir ateşleyicinin olmaması. Daha doğrusu annesi tarafından buna izin verilmemesi. Fakat Vincent Cassel’in oynadığı dans hocası/koreograf Thomas’a olan gizli hayranlığı, arzusu, ilk kez baştan çıkması ve Lily’nin (Mila Kunis) felekten bir gece çalmak tadında yaşattığı geceden sonraki dönüşüm izlenmeye değer.

En sonunda hırsıyla kazandığı da ne mi dersiniz? Tatmin… Alter egonun kendini taçlandırması. Egonun yıllar süren baskıya baş kaldırması, bunu yaparken bir takım yaralar alması ve zihnin gerçekleme gücünü tamamen alter egoya devretmesi üstüne bir kurgu. Ve bedene veya zihne verilen zararın, kazanılan(kaybedilen?) o tarifsiz tatmin duygusunun karşısında hiçbir şansı yok. Darren Aronofsky yine nispeten insanlığın karanlık bir yüzüne değiniyor kısacası bu filminde de. Requiem For A Dream’de bağımlılığın hayat üstündeki karanlık etkisini, The Wrestler’da sönmüş küllerden yeniden doğulup doğulamayacağına dokunurken, bu filmde hırsı ön plana almayı tercih etmiş.

Black Swan Oscar’da kazanmıştı yanılmıyorsam veeee kime bağlanıyoruz? Evet, evet doğru bildiniz! Sir Emre. Hoşgeldiniz efenim (sana karşı ince bir sitem içindeyim)!

Oscar yazarı diye bir espri konusu oldu ekipte ama (nasıl da biliyor kendini – T) hep Oscar hakkında yazıp heykelciğe uzanamayan filmlerde bulunmayınca bunu kabullenmek zorunda kaldım. Madem öyle, bugün de Black Swan’ın Oscar macerasına göz atalım.

Black Swan en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi aktris dallarında Oscar’lara aday oldu ve Natalie Portman’la en iyi aktris kategorisinde mutlu sona ulaştı.

2011 yılında yarıştığı 83. Akademi Ödülleri’nde Black Swan’ın The Inception ve The King’s Speech gibi aşırı güçlü rakipleri vardı ve The King’s Speech ipi göğüsledi. En iyi yönetmen alanında da benzer bir tabloyla karşılaşıldı ve Darren Aronofsky yine The King’s Speech’ten Tom Hooper’a yenildi. En iyi aktristeyse Natalie Portman rahat ve haklı bir Oscar’ı elde etti.

Hızlı yaşa genç öl tadında ne geldiğini anladık ne gittiğini doğrusu.. Neyse ne diyorduk Melike? Darren’ı da bitirdik bugün. Bence bunu benimsedin sen ya?

Aronofsky benim yönetmenim değil (Aaa yine bu kız bana muhalefet. Oluyor mu canım hiç böyle – T :)) Hatta Amerikan bağımsız sinemasına dokunup geçenlerden de vazgeçmenin vakti geldi. Orda kalmakta ısrar göstermeyenden, keyifli iki saat dışında ne bekleyeceğiz de bu yazıları yazıyoruz?

Tamam sizden biraz kestim kabul ediyorum ama büyük final sizindir Nil ve Dery.

Black Swan biraz Natalie Portman etiketiyle tanıtılmış bir film. Tabi ki başta Portman olmak üzere bale sahneleri için müthiş emekler var ama önüne gelen izleyiciyi çeken bir film imajı asla Black Swan’a göre olamaz. Hoş Bir Melodram’da Darren Aronofsky tarzını bir aydır inceliyoruz ve son yıllarda bu tarzın “box office”e yöneldiğini Black Swan’la kabul etmemiz gerekir. Ayrıca konusu geçmeyip kendi yazmaz belki ama Tolga’nın bir notu vardı ki (çınlatmayın şu kulaklarımı – T :)) Black Swan’dan önce bizim incelemediğimiz The Fountain’de de benzer bir tabloyla karşılaşıldığını söylüyordu. Az bütçe – ses getiren yapımlar yine ses getirse de büyük bütçeli hale evrilmiş Darren Aronofsky’de. Bir yönetmeni hangisi daha tatmin eder karar sizin.

Kim bilebilir ki.. Tüm Hoş Bir Melodram yazarları/okurları ve Holivud sevdalıları! Milos Forman’dan sonra ikinci yönetmenimiz Darren Aronofsky’i de bitirdik. Filmlerinden tarzına, fiziksel görünüşlerinden isimlerinin nasıl okunduğuna dair koskoca bir ay/dört filmdi.. Kah yarına kalacak galiba dedik kah sabah 6’da kalkıp filmleri izledik ve sizlerin beğenizine sunduk. Umarım ismi gibi hoş bir seri oluşturma anlamında ikinci adımımızı da sevmişsinizdir.

Bundan sonra Emir Kusturica ile devam edeceğiz. Bakalım karşımıza ne sürprizler çıkaracak açıkçası çok merak ediyorum.. Programımız kısa bir süre içinde HBM resmi sayfasında olacak.

Son olarak kişisel yaratıcılığımdan yoksun olsa da, ekibimizin harika kalemleriyle yücelen bu yazı, hafta bazının ötesinde girişte bahsettiğim gibi bugün; 16/5 olarak doğumgününü kutladığımız Dery’e ithaftır. İyi ki doğmuşsun..

Keep in touch!

T.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir