02.05 – Requiem for a Dream – Darren Aronofsky

-Kapıları kapatıyoruz, tüm yolcular tamam mı?
+6 kişi yok efendim.
-Uçuş kartları ellerinde mi?
+Malesef ellerinde.
-Diğerlerini daha fazla bekletemeyiz çabuk arayıp bulun onları!
+Derhal..

Yok oluş.. Çok kolaydır aslında. Var olabilmek için çabaladığımız bir dünyada yok olabilmeye bu çabanın yarısı bile diyemem küçücük bir parçası yeterli olur. Ama insan dediğimiz varlık; istisnaları saymazsak çabalamaktan çok da haz eden bir tür değil. Peki neden var oluş için en yabani içgüdülerinle bunca yıldır çabalıyor? Sevdikleri, yaşamdan zevk alabilme vs vs.. Liste uzar gider ve her birinin kabul edilebilir anlamları vardır. Peki ya her şeyi göre göre yok olmak için çabalamak?

Bu kaçışımızın bir sebebi olmalı der Melike. Bekleyenleri neden beklettiklerini açıklamak istercesine devam eder..

İçiniz kararsın, mutsuz olun daha da gülemeyin diye seçtik bu yönetmeni. Sözlük ortamlarının en beğenilen filmi seçilebilecek kadar hakkında konuşulup yazılmış bir filmini de tuz biber olsun diye.

İkinci izleyişle beraber; biraz abartıldığını düşünmeye başladım. “overrated” mi deniyordu neydi? Nedenini açmadan önce herkesin tek seferde farkettiği kimi temel özelliklerinden bahsedelim filmin.

-Anne’nin televizyon bağımlılığı ile çocuğun kokain bağımlılığı eş zamanlı ilerliyor. Kadında ilaç bağımlısı gibi gözüküyor, ama aslında o ilaçları hastalıklı gibi kullanmaya başlaması televizyondan eskisi kadar filmdeki tabirle “enerji” alamamasından kaynaklı.

-Anne’nin ta başından beri, görmezden geldiğini belirgin bir şekilde farkediyoruz. Sevgiyle örttüğü bir bağ var onun açısından. Ama onun dışında filmde herkes birbirini görmezden geliyor. Göz bebeklerinin yakından büyümesinin çekilmesinin de bununla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Elbette “uçunca” gözbebeği büyür ama bir yandan da görüş alanı düşer gibisinden. Evet zorlama oldu.

-Sevgililerin yanyana yatıp birbirine dokundukları sahne, aralarında kurdukları bağı zaman ve mekandan ayırıyor. Diğer sahnelerde vaktin akışı/akamayışı çok net, çoğu zaman da etkileyici bir şekilde verilmiş burası hariç. Burda bir donma var. Bir an için izleyici filmin dışında, bir fotoğraf izliyor gibi. Filmdeki en güzel sahne. “kendimi insan gibi hissediyorum” da kilit repliklerden biri.

-Bütün bağımlılar, sembolik olarak bir yere denk düşüyor. Kız parası olan, çizimler yapan aslında eroini tamamen bir tercihle kullanan bir karakter, siyahi olanın ailesine verdiği sözleri izliyoruz ara da, o daha çok sınıf atlama kaygısı olan bir karakter, ve esas çocuğumuz kendisi ispat etme, herşeyi çözme, hayallerinin peşinde koşma derdinde. Anne ise aslında, yan komşumuz, uzaktan akrabamız çok yakınımızdaki insanların biraz uçlaştırılmış hali. Bağımlılık aslında ironik olarak onlar açısında bir varolma kavgası. Zihinsel olarak kayboldukları hayatlarında, bir tutunma çabası olarak başlıyor.

-İlk 40 dakikası çok güzel filmin. Bütün sahne yaklaşımları muazzam. Yakın çekimler, yanyana çekimler, hepsi içerikle doğrudan bağlı. Aronofsky bu işi çok çok iyi beceriyor.

-Yine güzel bir gönderme de, mal dağıtımını yapanları sürekli üstte konumlandırmış olması.

Her yerde altı Hoş Bir Melodram üyesini arayan topluluk masanın çevresinden koşarak geçip gider.. Eşgallere sahiptirler elbet ama Derya ve Nil tanınmamak için kılık değiştirip ön tarafa bakan yöne yüzlerini çevirmişlerdir. Yanlarında ise gruba henüz katılmış ve saklanma gereği duymayan Aytürk’ten başkası yoktur.

Requiem for a Dream, Darren Aronofsky’nin yarım kalmış bir işi bitirme çabası gibi. Geçtiğimiz hafta incelediğimiz Pi’de nerede kalmışsak bugün bir diziye devam ediyormuşçasına Requiem for a Dream’deyiz. Belki aradan yüz yıl geçmiş, dünya değişmiş ama Darren Aronofsky’nin daha söyleyecekleri kalmış. Aslında o, daha yeni başlıyormuş.

Requiem for a Dream.. Bir rüya için ağıt.. Film Pi’nin yönetmeni Darren Aronofsky tarafından ele alınmış.

Pi’de yönetmenin tarzını beğenenlerin Reqiem For A Dream’i merak etmesi muhtemel. Bunun yanında gelişigüzel biçimde izlemek icin film arayanların ,traileri görerek ya da raflardaki film afişini, görüp merak ederek almas da kacınılmazdır. Çünkü film icin secilen isim ve afişi dikkat çekmektedir.

Filmin izleyiciye aktardığı baştan sona her türlü bağımlılıktır. İlaç, madde, tv , hayaller ve rüyalar.. Senaryo standart bağımlıların bir gün bundan kurtulacaklarına inanarak verdiği mücadeleden oluşmaktadır. Bu onların rüyasıdır. Bu hayattaki en büyük rüyaları. Buraya kadar senaryo ve kurguda herhangi dikkat çekici bir farklılıkla karşılaşmamaktayız.

Adamlar durdu. Bu işte bir yalnışlık vardı. Ufacık havaalanını tamamen gezinmişler ve uçuş kartları elinde pasaport kontrolünü geçmiş altı kişiyi hala bulamamışlardı. Hayır, geri dönmeleri neredeyse imkansızdı. Karşıdaki cafe’lerden birinde olmalıydılar. Ekip lideri yakını iyi görememesine rağmen uzak için hala bir şahin keskinliğindeki gözleriyle cafe’nin masalarına doğru bir kez daha baktı. Kalabalıktı. Bir hayli kalabalık. Sayıdan gitmeye çalıştı.. İkişer, üçer, beşer.. Herkes sözleşmiş gibi tek sayı olarak dağılmıştı.

Ön tarafa bakanlar arkaları dönük Melike ve Tolga’yı uyardı. Bu tarafa bakıyorlardı.. Tolga kış uykusundan uyanmışçasına sanki bir gecede uzayan saçlarıyla fazla çekinmiyordu. Mel’inse arkasını dönmekten başka kamuflajı yoktu. Her anı tanınıyordu nede olsa. Gelseler, elleriyle koymuş gibi onu bulacaklardı. Umursamadı. Devam etti..

Gelelim biraz alt metnine;

-Anne’nin televizyon bağımlılığı şeklinde yansıtılan bir sıradanlığa bağlılık gibi geldi bana. Sokakta güneşlenen, televizyona çıkacağı için kilo vermeye çalışan, hatta komşuları tarafından sonuçlarına teşvik edilen bir karakter. Yalnızlığı ilgili kısmı anlattığında, aslında onun tutunma çabasının o yalnızlıkta olduğunu görüyoruz. Onun bağımlılığını diğerlerinden farklı tutmak gerekirdi o yüzden. Ama film finale yaklaştıkça daha çok paralleştiriyor bunu diğerleriyle. Ama kadın ne zaman sıradan olmaktan çıkmak istese, orda buna müdehale ediliyor. Düzen (buraki hastane personeli simge olarak kullanılmış, simge diyorum zira yaptıkları konuşmalardan onlar da aslında o sıradanlığın bir parçası olarak lanse ediliyor) ona sıradan kalması için elektrikle müdehale ediyor. Ama o kadar kesikli, ve etkileyici olma çabasıyla o kadar eş zamanlı ki bu anlatış aslında kadın bir bağımlılığı televizyona çıkarak “altın vuruş” yapmak derdinde gibi anlaşılıyor. Tam tersine başka bir bağımlılığı onun yerine koyarak kendi özgürlük sınırlarını zorlayan kadın daha tutarlı olurdu bence ve “reality show” hadisesine bağımlılık konusunda daha da yerinde bir eleştiri olurdu.

-Yaşadıklarının illegal olduğuna dair çok az veri olması güzel, hapise girişleri bile çok olağan bir akış içerisinde, siyahi çocuğun orda çıkmayı bekleyişi sanki hapiste değillermiş gibi. Yani “dışarısı da onlar için hapis” anlamı çıkartılabilecek kadar sade bir geçiş. Daha fazla vurgulanmalıymış. Dışarısı ve içerisi kavramının onlar için aynı olduğu kadar esaslı bir konu, es geçilmiş biraz. Zira zihinlerini uyarmak üzerine kurulu bir bağımlılık, kendi kafalarının içindeki toplumsal sınırlardan kaçış için başlamış bir bağımlılık şeklinde güzel başlayan film “bakın ne kadar da kötü şeyler  yaşadılar” gibi basit bir finalle bitiyor.

Adamlar çevrelerinde birer köpekbalığı gibi dönmeye başlamadan önce ikiye ayrıldılar. Önündeki MacBook’un ekranını karartan Tolga ekranı bir ayna gibi kullanıyordu. Adamların hareketini görünce şu an kaçtıkları insanlar olsa da zekalarının beklediğinden daha üst düzeyde olduğunu mırıldandı. Rahat görünmek için saçlarını eliyle geriye doğru atıp masanın üzerindeki Kimi Raikkonen imzalı cap’ini başına geçirdi. Bu şapka üzerinde itfaiyeci şapkası vb birçok espri dönüyordu ama Fin pilotun gözlerini koruyan geniş güneşlikli bölüm tanınmazlığın da garantisiydi. Bu hareket ayrıca toparlanmanın psikolojik yansıması hareketini de yansıtacak, adamların aceleci birilerini bulma içgüdüleri boşa gidecekti. Melike daha fazla dikkat çekmemek için Emre’ye telefonla geç kaldığı için şanslı olduğumuzu ve olduğu yerde kalmasını söylerken Derya ve Nil kamuflajlarının etkisiyle kontrolü ele aldı.

Film kadar yönetmeni tanıma konusunda  Darren Aronofsky izlerini bırakmakta çok başarılı. Geçiş sahneleri, Pi’de izlerini gördüğümüz gerilimin dozajı yönetmenin çizgilerini, yaşlı bir yüzdeki kırışıklık kadar belirgin bir şekilde taşıyor.

Filmin uzunluğu ise Darren Aronofsky’ın öğrenmeye başladığımız (gerçi her an çürüyebilir ama) kısalığında. Hızlı başlıyor, hızlı geçiyor ve hedefe ani bir iniş yapıyor. İçeriğe kendinizi kaptırma garantisiyle devam ettiğiniz o ilk anlardan sonra temponun düşmesi bir yana her şey hızla korkunç sonlara doğru ilerliyor ve düzelme ihtimalini bile hayal edemeyeceğiniz bir finale bizi taşıyor.

Bir diğer rahat isim Aytürk’ün de diyecekleri vardı elbet..

Fakat bu filmi farklı kılan, benzer senaryoları ele alan filmlerden bazı farklılıkları göz çarpmaktadır. Film öncelikle düşük bir bütçeyle çekilmiştir.(burada ufak bir not verilebilir. Pi’ye ayrılan bütcenin sadece %10u ile karsımıza cıkmaktadır. )

Düşük bütçe ile standart bir konu ne kadar dikkat cekici olabilir ki? İşte bunu gözlemleyelim.

Filmde cok fazla renk karmasına yer verilmemiştir. Örneğin kırmızı elbise vurgulanarak hayal için yaşamak hayale ulaşmak için çabalamak vurgusu bilinçaltımıza işlenir. Sara televizyona çıkıp bu kırmızı elbiseyi giymek zorundadır. Tek hayali oraya çıkmak ve oğlu Harry’le ne kadar gurur duyduğunu ölen eşini ve onları ne kadar sevdiğini televizyon ekranlarında söyleyebilmektir, tek hayali budur. Öte yandan Tyrone’un annesine olan sevgisi, sürekli onun fotoğrafına bakarak ya da geçmisten bazı anılara giderek  bir gün cok sevdiği annesine olan sözünü tutup başaracağına inanması onun en büyük rüyasıdır. Harry de bir gün cok daha cok para kazanacak ve Marion icin butik açacaktır. Marion başarili bir modacı olacaktır. Ve Harry, annesinin istediği torunu ona verecektir, başarılı ve gurur duyulan bir evlat olacaktır. onları ne kadar sevdiğini gösterecektir.

Bu şekilde bir yere varamayacaklarını anlayan adamlar kimlik kontrolü için gerekli izni telsizden isterken Hoş Bir Melodram ekibi de fazla zamanları kalmadığını anlamaya başlıyor. Bir eksikleri ve üzerlerindeki değişikliklerin şansıyla bir süre idare etmelerinin avantajının hızla tükendiğini fark eden Melike de, finale dair hazırlıklarını tamamlamaya karar veriyor.

-Finale dair yeniden;  pi’den farklı olarak çok yerinde bir final. Adım adım geriliyor, kararıyor, ve birden düşüyoruz. Bütün acı, başarısızlık bir anda izleyiciyi yerle bir ediyor. Burda kızınkine itirazım var biraz. Gerçekçi olabilir, anlatmaya çalıştığı “ne kadar düşkün” olduğu ya da “bütün bunlara zorlanması” da olabilir. Çünkü anneninki gibi o da aslında düzenin başka bir tarafından “zenginler” tarafından kendilerine mahkum bırakılıyor. Onun bağımlılığı artık bir arayış olmaktan çıkıyor, bir varolma çabasından çıkıp, normalleşmeye dönüyor. Yeter ki devam edebilmeye.. burası çocuklaa yaptığı telefon konuşmasının peşine geliyor ve iş trajedikleşiyor. Kız için üzülüyoruz, üzüldüğümüz içinde yaşadığı sahnenin sebeplerine dair kafa yormayı bırakıyoruz. Halbuki aralarında en ilginç karakter o. Bir önceki sevişme sahnesi de sadece para için, mal bulmak için gösterilmiş gibiydi. Bu da, bundan daha derinlikli sebepleri olduğu/olabileceği kanısındayım. Çocuğun geleceğini bilmesine rağmen oraya gidiyor çünkü. Ve sonraki cenin sahnesi, çok zorlama. Yeniden doğma isteğini çok bariz.  Bu sahneler “ibretlik” bir film havası yaratıyor.

-Evet bu film ibretlik bir film değil, öyle anlaşılmaması gerekirdi, “uyuşturucu ne kadar kötüdür bakın” gibi didaktik mesajlar peşinde olanlar christina f’in anıları kitabını okusun. Bu film bundan fazla olmalıydı. Fazlasını vaad ededen başlangıç için sönük bir final.. o başlangıçtan film “uyuşturucunun” bir tür baskı aracı haline geldiğini, varolma çabaları başka yerlere evrilebilecekken bunu kullanmakla aykırı fikirlerin bastırılabileceğini, şiddetin belirli ölçülerle toplumun “bekası” için olmak zorunda olduğunu, azının ve çoğunun insanı yok edebileceğini söyleyebilirdi. Bence bunları ve ötesini söylemeye çekinmiş bir film. Otomatik portakal’ı ya da Trainspotting’i şiddetle öneririm bunun yerine. Demek ki düşük bütçe daha iyidir. İnsanı cesur yapar.

Adamların beklenen izninin çıkmasıyla Aytürk’ün son sözleri adeta bir opera salonundaki ses gibi kulaklarda yankılanıyor. Kontrole iki masa kala Aytürk’ün acelesi, kendinden eminliği ile harika bir uyum oluşturuyor.

Requiem for a Dream, sizi izlerken yorabilir. Çünkü çok fazla hareket ve sürekli konunun içinden bir an olsun uzaklasıp nefes almak istediğinizde sizi yeniden içine çekecek sahnelerle konuyu yüzümüze defalarca vuran bir tarzda ilerlemektedir. Bu rahatsız edici bir tedirginlikle izleyiciyi içerisine çeker. Etkisi altına alır..

Normal şartlarda bunun nesi iyi ki? Denilebilir. Berbat hissettiriyor denilebilir. Bu bir komedi filmi değil zaten.. Filmin konusu ilginizi çektiyse, bu filmden beklentiniz izlerken ve izledikten sonraki hissiyatınızla karsılastığınızda, bekleneni fazlasiyla karşıladığını göreceksiniz.

Filmde standart bir sinema filminde kullanılan ortalama cut sayısından cok daha fazla cut kullanılmıştır. Bu yer yer yorabilecek derecede sizi gerebilir. Artık dursun artık sakinleşsin diyebilirsiniz. Fakat muhtemelen yönetmen olayların vurgusunu, filmdeki zaman akısını, hayattaki rutin tekrarları bu şekilde vermeyi seçmistir kanımca. Ve yaşarken de  zamana asla dur denilemez sırf bu bile kurguda geçen insanların yorgunlugunu bize yaşatmaktadır. Ve kendi hayatımızla o kurguda o karmaşada bir yer bulmamızı kolaylaştırmaktadır.

Film bağımsız sinema filmi örneklerinden birisi olarak notrated bicimde karşımıza çıkmaktadır. Bu yönetmenin kendi tercihidir. Ki bir cok sinema tutkununun da belki en çok hoşuna giden özelliklerden birisi bu olacaktır. Sinema tutkunları bilirler ki; bir film notratedsa ticari kaygılardan ve warner bross sınırlarından uzaklasmıs bir film demektir. Klişelerden uzak daha samimiyete yaklaşan, özgün bir filmi izleyeceklerinin işaretidir.

Bu hissiyatı zaman zaman sapmalar olsa da rahat yaşayacaksınız. Zira filmde çokca sahne kesilecekken, yönetmen ruhun azalacağını düşünerek bunu kabul etmemiştir.

Ve son olarak kişisel bir düşüncemi aktarmak istiyorum:

Sıradışı yönetmenler arasında benim için David Lynch’ten sonra, Darren Aronofsky de irdelenmelidir. Fakat belki filmleri hakkında genel kanıya ulaşabilmek için daha çok filmine ihtiyacımız var.. Pi ve Requiem of a Dream’den  sonra yönetmene olan ilgisi ve merakın iyi veya kötü yönde mutlaka oluştugu rahatlıkla söyleyebilirim.

Filmin çekimi ışıkları filmde farklı bir kompozisyonu ve uyumu yakalamamızı sağlıyor. Çok beğendiğim soundreacki ise, şu aralar haber bültenlerinde kullanılması neticesinde, çok çok sıradanlasmıstır. Ve bu cok üzücüdür. Filmin cekildiği 2000 yılı içinde değerlendirecek olursak, müzik çok kalitedir. Ve cok uygun secilmiştir. Lux Aetarna..

Cenin pozisyonu aklımızda en cok kalan sahnelerden birisidir herhalde. Bitişte de  vurgulanmıştır.. Çaresizlik, yalnızlık, bağımlılık… Daha iyi bir şekilde anlatılamazdı..

İyi seyirler 😉

Adamlar masaya geliyor ve yok oluşun soğuk elleriyle Hoş Bir Melodram ekibini uçuşlarına doğru “davet ediyorlar”. Ekibimiz bu koşuşturmayı bir aşı olarak görüyor. Bir gün daha farklı bir yok oluşa hazırlık için fikir yürüttükleri bir yok oluş. Fikirlerini beyan edebilmenin kırıntılarıyla yaşadıkları son dönemlerin tadını çıkarabilecekleri bu kaçış, özgürlüklerini hiçbir zaman ellerinden alınamayacağının kanıtıydı da ayrıca.

Bu yazı 1 Mayıs’ta tamamlandı. Tamamımız olmasa da biz sadece izlemedik. Siz de sadece izlemeyin. Çünkü sadece izledikçe, sadece yok oluruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir