11.04 – Amadeus – Milos Forman

Mel içeri girdiğinde kasvetli bir hava vardır. Emre ve Derya masanın etrafında oturmuş onu beklemektedir.  Heyecanlı ama telaşlı bir hava hakimdir odaya. Derya; Nil’in bugün bizzat katılmayacağını kendisinin her detay hakkında onunla konuştuğunu, söyledikleri ve söyleceklerinden emin olduğunu belirtir. “Nil bu görevi bana bahşetti ya da yıktı bilemiyorum ama yazdıklarımızı uzun uzun konuştuğumuzdan ve ortak görüşlerimiz olduğundan şüpheniz olmasın”

Emre ve Mel kısa bir göz göze gelir, Emre kafasını sorun olmaz anlamında sağlar. Mel’e tekrar bakar;

“Yapmamız gerektiğine misin? En azından Tolga’nın gelişini bekleyemez miydik?”

Mel kararsızdır. Elindeki notu masanın üzerine bırakır, Tolga’nın notunu. Belki bir çok insanı gülümsetecek ama çok üzücü bir soru yazılıdır kağıtta,

“Geia soy!

İsimleri ve cisimleri tamamen yok sayalım; kısa bir süre için. Onun müziğini düşünün.. Duydunuz mu gibi garip bir soru sormayacağım o yüzden onu ilk nerede duydunuz daha mantıklı olacak. Birkaç da önerim var..

a)      Mavi önlüğünüz üzerinizdeyken ders bitiminde/başlangıcında.

b)      Televizyon çağı çocukları olarak tamamen sallama bir isim olsa da belki tutar; Deep Love gibi bir filmin tanıtım jingle’ında.

c)      Dejenere bir monofonik cep telefonu melodisi olarak.

d)      Operatöre bağlanma esnasında bekleme sesi olarak.

e)      Diğer..

Ondan bahsettiğimiz anda -en azından benim neslim için- tanışmak için en ideal yollar bunlardı.  Diğeri de, siyah önlüklü nesil ve/veya televizyon çağı yerine internet çağı çocukları için kullandım. Aa bakın internet çağı çocukları için güzel bir seçenek daha var; anne karnında klasik müzik dinletisi olarak. İşe yarıyor mudur acaba? Yarıyorsa da ne işe yarıyordur? Bilmiyorum ama yeni nesil için tanışma anlamında çok cazip değil mi sizce de?”

“Devamını okumayın” diyerek notu eline alır Mel. Tolga.. çoktan filmi izleyen ve birde en erken yazıyı yazan çocuk. Beklediği desteği ondan alamayacağını biliyordu. O filmi başka bir çok açıdan tutup izleyip beğeneli çok olmuştu.

Sessizliği ilk Derya bozar;  “Tolga’nın Atina’dan/İngiltere’den ya da Fransa’dan kısa sürede döneceğini sanmıyorum Emre. Bir daha izleyeceğini de sanmıyorum. Bu filmi düşününce aklımıza klasik müzik geliyor değil mi? Ağır enstürmanlar, dinlendirici müzikler gibi… Esasen herkesin klasik müzikle arası iyi değildir ama seveni, bağlı olanı olduğu kadar çok ilgilenmesede sempati duyanları en fazladır. Bizde Nil’le kendimizi bu grupta görüyoruz. Ama hepimizin aslında bu insanlar hakkında ne kadar az şey bildiğini anlamamız da uzun sürmez tahminimce. “

Mel masanın üstünde duran dvd’yi eline alır. “Bunun gerçek bir hikaye olduğunu sanmıyorum. Okudunuz sizde, yönetmen filmin bir esinlenme olduğunu açıkca söylüyor.  Hatta kabil ve habilden dahi esinlendiğini belirtmiş. Bu abartılmış bir portre. Zaten diğer filmlerinde de gördük. Milos Forman deliliğin insanı tanrıya yakınlaştırdığına gerçekten inanıyor olmalı. Bütün filmlerinde zekanın en önemli ölçütünü sivriliği olarak gösteriyor. Belli ki de sevdiği hikayeleri, ki bu da bir tiyatro oyunundan uyarlama, kendi görsel zevkine göre yeniden çiziyor olabilir. Bilemiyorum. Bu hoşuma gitmemeye başladı.”

Emre’nin buna katılmıyordur. “Akademinin senin gibi düşünmediği çok açık. 1985 yılında 57. akademi ödüllerinde yarıştı ve 11 dalda aday olduğu oscar’larda en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi aktör, en iyi adapte oyun, en iyi sanat yönetmeni, en iyi makyaj, en iyi kostüm dizaynı ve en iyi ses alanlarında mutlu sona ulaştı.”

Derya’nın gülümsemesi Emre’nin sözünü incelikle keser. “Eh en iyi sesi almasına şaşmamalı. en güzel detaylarından biri de filmin müziklerinde saklı. Filmde iki kişinin müzikleri kullanılıyor ve bilin bakalım bunlar kim? Elbette o ve en büyük rakibi Antonio Salieri. İkisinin hayatları, ikisinin müzikleri… Güzel ve dikkat edilmesi gereken bir detay.”

Evet müzik, her sahne için doğru kullanıldığına emin olduğu müzik..

Emre’nin de gülümsemesi yayılır. “Müziktede onun gibi bir isim varken ve eserleri çalarken o yılın ödülleri çoktan kazanılmış demektir. Saygıyla eğilmek gerekir. Onun dışında makyaj, kostüm gibi detaylar var. Tarihi filmlerin bir adım önce başladığı bir alanda her ikisini de kazanabilmek filmin sürprizlere mahal vermediğinin göstergesi.”

Mel’in zayıf noktasını bulmuşlardır. Kostümler, bütün o tarih filmlerinde ki kostümler. Yakaların ve bileklerin altındaki dantel işlemeler, kabarık etekler, göğüs ucuna kadar inen dekolteler. Gerçek bir hayal dünyasına dalmak için gereken her şey. Emre’nin Mel’in dalgınlığının fırsat olduğunun farkındadır. Oscar konusunda tartışmaya girmeyeceğinden emindir. Devam eder. “Guguk kuşu 5 ve bu film tam 8 oscar kazanmış. En iyi film ve en iyi yönetmen ödülleri bu işin bitirildiğinin habercisidir”

Akademi konusunda beklemediği darbe Derya’dan gelicektir; “bir ölçüt değil” devam eder. “hem yaptığı müzikle beklenen karakteri ile yani onun gerçek karakteri, okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla bir hayli zıt gibi görünüyor. Bu bir spoiler sayılmaz o yüzden açık açık sorayım: Kafanızdaki imajı nasıl? Ağırbaşlı, her şeyi planlı, programlı yapan “düzgün” bir adam? Galiba yanılıyoruz. O havai, o an nasıl isterse öyle yaşayan ve sahip olduğu doğal yetenekleri en büyük rakibi Salieri’nin bile özeneceği şekilde ve kolayca hayata geçirebilen biri.”

Mel de filmin sırf bunlar için izlemeye değeceğinin farkındadır. Zaten izlemeyelim demeyecekti, sadece biraz önyargılı gelmişti. Derya’nın ikna cabaları ise bunu biraz da olsa kırmış gibiydi;

“Anlıyorum endişeni ama düşünsene. Bu yeteneğinin çok azına bile sahip olmasa Wolfgang Amadeus Mozart bana, ve tabi nil’e göre tarihte pek yer edinemezdi. Kısa yaşamı boyunca sahip olduklarını ve bizlere aktardıklarını bu denli kolay yapabilmişse, işine odaklı daha sağlam bir karaktere sahip olsa neler yapamazdı düşünmeden edemiyor insan hem yönetmen teması altında izlediğimiz için yönetmeni serbest bırakan director’s cut halini seçtik. Sinema varsiyonundan 20 dakika fazlalığıyla sıkılmayacağımız, müziğin içimize akacağı ve tarihin önemli isimleriyle yüzleşeceğiniz bir 3 saat bizi bekliyor. Yönetmeni daha iyi anlaman için iyi bir fırsat olabilir”

Yönetmeni anlamak.. yönetmen tavrını hiç belli etmiyor, sadece kişilikleri öne çıkarıyorsa, ne  anlatmak istiyordur ki? Toplumsal sınıflara ucundan değinip geçiyorken, izlediğimizden daha fazlasını zaten anlayamaz ki. Bunun gibi önemli bir konuda dahi, müziğin asiller tarafından alınıp satıldığı, onun aydınlanmadan etkilendiği çok açıkken tuhaflığını bu kadar vurgulamak ne kadar yerinde? Yerel tiyatrodaki arkadaşına destek oluşu, işlerini beğenmesi, partiler için yazdığı küfürlü operalar.. bütün bunlar 1700lerin sonuna gelen avrupa’da çok da şaşılası olmasa gerek. 6 yaşında ilk konçertosunu yazan biri olarak, yaşamış en büyük müzik dehası olduğu su götürmez. Ama o dönem klasik müzik için kim deha değil ki? Bütün dehaların, yüz yıl içerisinde gelip yok oldukları söyleyemeyiz ya. Soylular bile kabul edip, Figaro’nun düğününü yasaklıyor, Fransa çalkalanıyor, ihtilale az var. Soylular sınıfı tarihe karışmak üzere.. Daha derinlikli işlenmeli bu konu. Man on the moon ve Cuckoo’s nest den sonra ne izleyeceğimi biliyorum. Etrafta koşturan gülen haşarı bir dahiyi izleyeceğim, ama müziklerinden bildiğim insan bu değil. muhakkak deli, muhakkak dahi, muhakkak sivri dilli, asilleri ettiği onca lafla yerin dibine sokabilecek kadar zeki. Ama Salieri ile arasında olan rekabet sadece müziğe dayali olmasa gerek, biri maaşlı besteci, diğeri özgürlüğündan dolayı borç batağına sürüklenmiş bir dahi. Tamam kararını vermişti, üç saat bu filmi izlemek yerine üç saat onu dinlerdi. Daha iyiydi, daha çok şey öğrenirdi. Herkese de bunu önerirdi. Film su gibi akıp geçsin varsın, emindi filmin “teknik” açıdan mükemmel olduğuna. Filmden sonra ne düşünecekti ki, “güzel müzik, güzel görüntü, keyifli bir hikaye, sağlam bir kurgu” Ama bu konuya sahip bir film; sizde onun hakkında daha çok şey öğrenme isteği yaratmak yerine sadece geçici bir hayranlık uyandırıyorsa o film eksik yapılmıştır. Galiba arkadaşları ile bu film için yolları ayrılıyordu; elindeki mektubu masaya bıraktı. Masada ki dvdye gözleri takıldı..

Amadeus”

“Wolfgang Amadeus Mozart”

Saygıyla başını eğdi, odadan yavaşça çıktı. Emre arkasından bakarken “Mozart’ın karakteri filmi izleyen herkesin ilgisini çekecek türden bir yaşam ne olursa olsun izlenmeli” diye mırıldandı.

Derya ve Emre başlat tuşuna bastı.

Film Tolga’nın kalan mektubuyla özetlenmişti.

1700’lerin ortalarından sonlarına ışık tutan Amadeus gibi bir yapımda resmedilen Wolfgang Amadeus Mozart ve tabi belki de Mozart’ın önüne geçen dramını izlediğimiz Antonio Salieri’nin beyaz perdeye, onun da öncesinde aynı isimli Peter Shaffer oyununa aktarılması.. Gerek Milos Forman gerekse de Peter Shaffer’ın kabul ettiği üzere biraz hayal gücü isteyen bir iş. O yüzden gerek Mozart, gerekse de Salieri portlerini yorumlarken bunu aklımızın bir köşesinde tutmamızda fayda görüyorum.

Amadeus’u izlememden neredeyse bir ay önce, tam tamına 27 Mart’ta bir şey okumuştum Twitter’da. Şöyle diyordu @BrianTracy: Choose a job you love, and you will never have to work a day in your life. Aşağı yukarı sevdiğiniz bir iş seçerseniz hayatınız boyunca bir gün bile çalışmanız gerekmez diyor. İçinizden gelen doğal bir yeteneğin dışa vurumu ve her anından aldığınız zevk.. Bu, hayatta o kadar az kişinin sahip olabileceği bir ayrıcalık ki, insanı ömrü boyunca tatmin edecek bir güzellik olduğu kadar, aynı insanı dünyanın diğer talepkar gerekliliklerine cevap veremeyecek hale getirebilen keskin bir kılıç da aynı zamanda. Bir yandan ölümüne saygı duyulurken diğer tarafta ölümüne kıskanılıp hedef olan.. Hep iki taraf var bu denklemde. İşin içinden çıkılamayan bir kısır döngü, kimseyi mutlu etmeyen bir ironi..

Her şeyin yerli yerine oturduğu kısa başlangıçta anladım taşların bir daha yerine oturmamacasına sarsılacağını. Ama bu, ne Mozart’ın geçmişini çok iyi bilişimdendi ne de filmi daha önce izleyişimden. Esas sebep artık daha net görebiliyoum ki Milos Forman’dı. Bir yönetmenin birden fazla filmini izlememe şansınız var mı bilmiyorum ama üçüncü haftayı bitiriyoruz artık, peş peşe izlemenizin bambaşka bir his olduğunu söyleyebilirim.

Şimdi söz, Hoş Bir Melodram Ankara stüdyolarında. Tolga Erbak, Atina’dan bildirdi.

Antio!”

Derya ile Emre cast yazıları çıktığında, filmi kapatırlar.

Film üç saat sürmüş. Tersten anlatılmasıyla daha keyifle izlenmiş, soylu sınıfın kendini tanrı sandığı yerlerdeki göndermeler hoşa gitmiştir.

Mozart etkisi ise 256 yıldır sürmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir