04.04 – Man On the Moon – Milos Forman

HBM etkinliklerinin ikincisinin yazısı ile bilgisayarınızdayız. Yine yönetmen Milos Forman, youtube da ise tabi ki REM açık. Ben film boyunca, bir insan için yapılabilecek en doğru şarkının yapılmış olduğunu düşünüyorum. şimdi sizde açın ve yazıya öyle devam edin bana kalırsa.

“andy kaufman in the wrestling match.

monopoly, twenty one, checkers, and chess.

mister fred blassie in a breakfast mess.

let’s play twister, let’s play risk.

see you heaven if you make the list.”

(Andy Kaufman güreşte!

Monopoly, yirmi bir, dama ve satranç.

Fred Blassie kahvaltının karmaşasında.

Haydi dönelim ve oyunda risk alalım

yaparsanız listenizi görüşürüz cennette.)

Şarkının bu kısmı Nil’den;

“Önce şunu söylemeliyiz ki Man on the Moon, Andy Kaufman isimli Amerikalı eğlenceci, aktör yada şov insanının diyelim gerçek hayat hikayesinin beyaz perdeye aktarılmış hali.

Andy Kaufman’ın böyle başarılı ile başarısız arasında gidip gelen kariyeri bir şovunda ünlü menajer George Shapiro ile tanışmasıyla değişir. Aslında kendi espri anlayışını izleyicisine aktarabilmek isteyen Andy bunu sağlamak için Shapiro’nun büyük fırsat olarak gördüğü Taxi’de sunduğu garip şartlarla oynamak zorunda kalır. Zorunda kalır demem gerek çünkü isteyerek gerçekleşen bir şey olmasada Andy’nin asıl ünlenmeside bu sayede olur. Sonra düzenlediği güreş etkinlikleri gibi birçok saçma aktivitede bulunan Andy’nin kopuş noktasıda bence bu noktada başlıyor. İnsanların dikkatini çekme ihtiyacını “kötü adam” rolüne yüklemeye başlamasıyla öncelikle bütün kadınları sonrada koca bir eyaleti karşısına almasıyla dip yapıyor.

Asıl olarak o güreşçi adam gibi birçok uç noktada yaptığı iş planlı olsada halkın desteğini kaybeden Andy kenara çekilme, aile kurma, rahat yaşama gibi normal insan taleplerine bile zamanın dolmasıysa filmin hüzün katsayısını bana göre çok yükseltmiş Dağınık bi yazı oldu ama Andy’nin yaşamıda böyleymiş bence. En iyi tanındığı işi sevmeme, kendi işinin fazla talep görmemesi ve bana kalırsa gerçekte kim olduğunu unutmaya varan çelişkilerle geçmiş kısacık bir ömür beyaz perdeye bu yazının aksi gibi çok derli toplu aktarılmış.”

“here’s a little agit for the never-believer.

here’s a little ghost for the offering.

here’s a truck stop instead of saint peter’s.

mister andy kaufman’s gone wrestling”

(işte burada küçük bir agıt inanmayanlara

işte burada küçük bir hayalet teklif edenlere

işte burada bir araç durdurucusu aziz peter yerine,

Bay Andy Kaufman güreşte!)

Sanırım ben en çok burayı seviyorum; hiç birini cevaplayamadığım tonla soru sorduruyor bana; eğlenmek veya hayattan keyif almanın sınırları nerde başlayıp nerde bitiyor? Mesela insan mutlu mudur, tek başına bir sahnede onu kimse izlemediği halde, kendi dahi olmadığı bir karakteri kendiymişcesine anlatırken? Ya da kimsenin anlamadığı hikayeler sırf anlaşılmadığından anlatanlara komik midir? Bizim anlayışımız, şaşkınlığımız, bir insanı göğe çıkarışımız onu bilmeden komik midir? Hikayeyi mi severiz, yoksa onu anlatanı mı? Hatta bir adım ilerde onun anlatışını mı? Niye ilgiyle izliyor/okuyoruz mesela bunları? Niye göğe çıkarıyoruz bazı insanları? Hangi hakla bunu yapıyoruz? Hangi hakla çıkardığımız yerde onu tutmayı bırakıp tepe taklak düşmesine izin veriyoruz? Her şeylerini tükettiğimizde geriye ne bırakıyoruz onlardan? Andy Kaufman niye yapmış bunları? Düşüşünü bile bile niye hazırlamış? Artık kızdığı/beğenmediği komedi izleyicisinin onu tüketmeye başladığını farkettiği için mi? Onları kızdırmak, rahatsız etmek için bütün o güreşler? Ve sonrasında yaşadığı dram, bir zamanlar gerçekten beklemedikleri gerçekleştiğinden mi? Yoksa olanlara yaşanacağı bilmesine rağmen, hazır olmadığı için mi? Anlaşılmadığı için mi? Anlaşılmayacağını bilerek yaptığı bütün bu hareketlerin, içten içe insancıl bir umutla anlaşılacağını umduğu için mi? Hepimizin bayıldığı şov dünyasına en komik küfürü edereken bir parçasına haline geldiğini görüp, insanlar ondan nefret ederken bile, güreşe devam edebildiği için mi? Ne olursa olsun devam edebildiği için mi?

Bilmiyorum, bunları cevaplansın diye de sormadım. Ama bu adam, sahneye çıkıp beş saat kimsenin kalmamasına rağmen kitap okuyabiliyor, parodinin ortasında bunun bir şov olduğunu bas bas bağırıyor, sonra bütün bunların bile, bas bas bağırmasının bile şov olduğunu söyleyebiliyorsa, kendi dramını, seyircinin dram olarak sevdiğini şeylerin ardına koyabiliyorsa (şiddet gibi) insanlar nefret etsin ya da bayılsın onu konuşuyorsa, ben oyumu deli ve dahi arasında, dahiden yana kullanıyorum. En komik bulduğumuz hala yere düşen bir insansa özellikle. Ve bir biyografi filmi; filmden çıkartarak insana kahramanı düşündürtüyorsa, o film her açıdan başarılıdır. Artık karşınızda bir film değil, bir kesit vardır. Karakterlerin doğru yerleştirilidiği, tavırların ve ilişkilerin abartılmadan aktarıldığı. Milos Forman, bir sonraki filmde de görücez, biyografi işinde çok başarılıdır belli ki. Nil de benle aynı fikirde;

“Ben bu sefer yönetmenimiz Milos Forman’a da değinmek istiyorum. Guguk Kuşu ve Man on the Moon’da bana ortak gelen bi özellik varsa oda esas karakterlerin konumları oldu. Mac ve Andy, ikisinide farklı, kendi niceliklerini bir topluluğa aktarmak isteyen yapıda gördüm. Eserler farklı olsada Milos Forman’ın çizgisini bu karakterler üzerinden en azından biraz anlamaya başladık gibime geldi benim :)”

Ve nakarat; filmin, Andy Kaufmanın sanıldığı kadar marjinal olmadığına dair, belki birilerini göğe çıkartışımızda, birilerinden çok bizim önemli olduğumuz, belki o birilerini biz olduğumuz/olabileceğimize dair, Tolga;

hey, andy did you hear about this one?

tell me, are you locked in the punch?”

(Hey Andy bunu daha önce duydun mu?

Söyle bana yumruğa kilitlendin mi?)

“Her ne kadar geçen hafta içerik yönünden bahsetmesek de (belki bu hafta da mümkün olmayacak kim bilir), Milos Forman filmleri kapsamında bu hafta önümüzde Man on the Moon var. Filmi izledikten ve/veya birkaç araştırma yaptıktan sonra gözüme takılan birkaç ilginç nokta var. Hoş bir melodram’ın iyi yönü, herkesin bir ucundan yakalamasına güvenip açıkçası sizlere bunlardan bahsedip duracağım bugün.”

“hey andy are you goofing on elvis?

hey, baby. are we losing touch?”

(hey andy elvis’i berbat mı edeceksin?

Hey bebeğim bağlantıyı mı kaybediyorsun?)

“İnsanın karşısındakilere hitap edemediğini anladığı anlar çoktur. Hatta çeşitlilikten yola çıkarsak bunu tam anlamıyla, bir şeylerden ödün vermeden başarabilenleri tarih, ünlü bir sanatçı, adını insanların zihinlerine kazımış bir politikacı veya ne anlamda olursa olsun sevilen bir lider olarak ödüllendirmiştir. Yine de bu sevgi ya da bağlılık artık her nasıl anıyorsanız, en az size sağladığı kitle kadarını da ister istemez uzaklaştıracaktır. Herkesi memnun etmek mümkün değildir derler ya, fazladan biraz kutuplaşma sosu olsa da onun gibi bir şey bahsettiğim.  Temelinde bana kalırsa kendi tarzından bile şüphe eden ve onu tam olarak oturtamadığı halde, bahsettiğim bir şeylerden ödün verme pahasına bunu arayıp, hayatı en gerçekçi tabirle oyun bahçesi olarak kullanan bir adam. Başta aslında mantıklı gelmiyor da değil. Sizi anlamıyorsa, onlara istediklerini verin. İstenen siz olduğunuzda da, cebinizdekileri çıkartmaya başlayın. Peki ya gerçekten istenen siz değil de, onlara ulaşmak için yaptıklarınızsa? İşte o zaman battınız. Lakin ortada “siz” veya birinci tekil şahısa selam vermek gerekirse “ben” diye bir şey kalmamaya başlar.. Bir çocuksanız oynamak, oyun bahçesinde (tamam garip oldu park da diyebiliriz) dolanmak çok güzeldir. Ne de olsa sizi akşam eve toplyacak bir ebeveyn işin büyüsü bozulmadan müdahale edecektir. Ama bir adam için oyun bahçesi, hala oradakilerden zevk aldığı müddetçe en tehlikeli yerlerden birine dönüşür. Akşam eve gel diyeninizin olmadığını  bir düşünsenize.. Kendinize zarar vermekten başka ne yapabilirsiniz koca gün? Ha olay bir filmden ibaret olsa yine iyi. Ama Andy Kaufman gerçek ve bunların hepsini yaşadı.. Tek kelimeyle inanılmaz!”

“if you believed they put a man on the moon, man on the moon.

if you believe there’s nothing up my sleeve, then nothing is cool”

(Eğer aya bir adam koyduklarına inanıyorsan

Eğer kolumdan başka bir şeyin havalı olduğuna inanıyorsan.)

“Kendinizden hiç sıkıldığınız oldu mu? Hemen her anı kafanızdaki işe yaramaz çabalamalarınızla geçirdiyseniz eğer benim gibi çooook diye cevaplayabilirsiniz bu soruyu. Orijinal Wikipedia’da, aliases diye bir bölüm vardır kişi başlıklarında. Türkçe ne deriz burası içinn? Diğer adıyla falan fena olmaz. Ama şöyle bir nüans var ki buradaki diğer isimden kasıt daha çok bardağın diğer tarafı gibi. Yani benim ilk isimim Tolga, ikincisi Emir ise (dikkat ettiniz mi bilmem ama nüfus kağıdımı, pasaportumu veya ehliyetimi gören hiçbir arkadaşım yoktur benim) Tolga yerine Emir demekten öte, Emir’in komple farklı bir kişilik olması gibi bir şey. Hele ki, Tolga’yı sadece gıyaben tanıyıp onun hakkında atıp tutan Emir ile tanışan bir topluluğa ne dersiniz? T&E için oldukça eğlenceli olsa gerek. Diğerleri içinse hafiften kullanılmak gibi bir şey. Yayınlanışı olmaycak ama, bu yazıyı yazışımın 1 Nisan oluşu aslında bunu şaka olarak beklemenize neden olabilir ancak benim için eteğimdeki taşları Man on the Moon aracılığıyla dökmek pek kolay geldi ki, bu oyunu oynadım. Tolga hakkında söylenenlere inanamazsınız:)) Man on the Moon’da da, Tony Clifton’ı Andy Kaufman için benzer bir karakter olarak görmek fazlasıyla hoşuma gitti. Adam da ne bombaydı ama öyle..  Bende yazıyı oyun bahçem, itiraf ayım vb kötü amaçlarımla kullandım ama Scrtlg’s için de yazmam gerekiyordu, sanırım kendim için tatminkar oldu. Son olarak esgeçmemem gereken bir şey varsa; Jim Carrey’i sıklıkla salt komedilerde izledik durduk ama Man on the Moon’da komedi unsurunun ötesinde öne çıkan bir şey varsa o da Andy Kaufman’ın dramı. Başlangıçtan, yapmak istediklerine ulaşması için verdiği ödünlerden ve halkın gözünde eriyişi ile gerçekle-kurgu arasındaki farkın hızla yok oluşuna kadar harika bir iş çıkarılmış. Garip duygularla credits’e bakarken kendini bulan umarım sadece ben değilimdir.”

Bunları insana yazdıran bir film işte Man on the Moon. Bir insanın toplumun başarı diye nitelendiremeyeceği bir çok şeyde ne kadar başarılı olduğunun göstergesi olsa gerek; Emre’de aynı fikirde;

“Jim Carrey’nin film boyunca türlü espri ve hareketleriyle bizi güldürmesine alışık olduğumuz filmlerine çok aşinayız ama bu defa aktörü man on the moon’la gerçek bir hayat hikayesinin baş kahramanı Andy Kaufman olarak karşımızda görüyoruz. Geçtiğimiz hafta gibi ödül araştırması yaptığımda man on the moon’un her hangi bir oscar almadığını ama Jim Carrey’nin truman show’da ulaştığı golden globe ödülüne layık görüldüğünü unutmayalım. Filmde ise değişik karakterlere bürünmeler, cinsler arası güreş gibi farklı etkinliklerle dikkat çekme çabaları başta olmak üzre Andy’nin inişli çıkışlı yaşam öyküsünü izliyoruz. Yaklaşık 2 saat süren film bizi kah güldürüyor kah üzüyor ama tarih ile Andy’i anlatmak konusunda işini çok iyi başarıyor.”

Deneysel bir yazı oldu, bazı yazıların bazı kısımlarında biçime uysun diye ufak değişimler yapmak zorunda kaldım, affola. Ve iyi gidiyor bu iş, yazının kendisine dair yazı içinde fikir belirttiğimiz kısımları artık bütün içine koymuyorum. Dördümüze saklıyorum. Çevirileri Tolga yaptı, bana kalsa “eğer inanırsan seni de aya koyarlar” diye çevirirdim ama bu yazıyla daha uyumlu oldu en azından. Yeah yeah yeah.

Gecikmesi ise tamamen benim hatam.

Haftaya Amadeus var, geçen yazıyı REM ile bitirmiştim. O zaman Mozart’ın 9. Senfonisi gelsin.

http://www.youtube.com/watch?v=I20Kgc8c2EQ&feature=related

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir