28.03 – One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Milos Forman

Aslında bu yazının sabah yayınlanması gerekiyordu ama benim greve katılmaya çalışmam sebebiyle gecikmiş oldu. Bekleyenlerden özür dilerim efendim. Bi’ saniye. Niye özür diliyormuşum yahu. Bulunduğu şehirde, 4+4+4’e karşı miting yapılırken greve katılmayan/destek vermeyen öğrenciler/kamu çalışanları özür dilesin. Benden değil tabi kendi çocuklarından..

Efendim Tolga? Tamam biliyorum konumuzun bu olmadığını, konumuzun bugün bu olması gerektiğini düşünsem de.. Tamam tamam, son düzenlemeler gerçekten sonra yayınlayacağım.

Hoş bir melodram etkinlikleri kapsamında, ilk yönetmenimiz Milos Forman ilk filmimizde One flew over the cuckoo’s nest bildiğiniz üzere. Aslında ilk filmi bu kadar iyi seçmenin bir dezavantajı ile karşı karşıyayız. Yazması hepimiz için biraz zor oldu. Ee “film çok iyiydi çok da güzeldi” diyeceksek salt, niye bu etkinlikleri yapıyoruz ki? Yine de nacizane elimizden geleni, kalemimizden geri koymadık. (“Abi ben Emre. Mel’i durdursak mı kız kendini 70lerde çıkan Cumhuriyet gazetesinde yazıyor sanıyor.”)

her yazısını gönderen “ee benim ki şey oldu kemküm yani ne biliyim şey gibi” dese de örneğin Nil;

Artık yirmi yılı deviren yaşamım boyunca hiç film yazısı yazmadığımı sizlere ititaf ederek One flew over the cuckoo’s nest denememi sizlere sunuyorum. Ben bu satırları eklerken hoş bir melodram yorumlarında kurtlar sofrası benzetmelerini okumamın ne kadar yardımcı olduğunu da söylemeden geçmeyeceğim.”

Veya Emre;

“abi sizinkilerin yanında biraz yavan oldu ama beğenmezseniz yayınlamayın darılmam ben”

ve ben (mel benim bu arada, buraya kadar bunu anlamadıysanız devam etmeyin)

“ben yazamadım daha yaa.. salı, 23:50”

Tolga’dan tabi ki özgüvensizlik bildiren bir yazı gelmedi. Şaşıranlar arasında bir yarışma düzenleyeceğini duyum aldık.

En güzeli ise görev paylaşımı yapmamamıza rağmen herkes kendince payına düşeni yapmış oldu.

Mesela Nil genç Nicholson başlığında bir yazıyla, bize az biraz filmin konusundan bahsetti.

“Şimdi nerden başlayayım diyordum kii filmi ilk gördüğümde gözüme takılan Jack Nicholson’ı seçtim. Nicholson filmlerini ben çok severim. Adamın en üçkağıtçı rollere kattığı sevimlilikle gönüllerde taht kurmuşluğu var var ama One flew over the cuckoo’s nest’ten sonra farkettim ki ben hep Nicholson’ın hafif toplu, ileriki yaşlarındaki filmleri izlemişim. Burada kendimce favorilerim arasında yer alan aktörün daha genç hallerinden birini görmek ve sahip olduğu yeteneklere eski yıllardada hakim olduğunu analamak filmin dışında bambaşka bir etki bıraktı bende. Guguk kuşu adıyla Türkçe’ye kazandırılan One flew over the cuckoo’s nest bir akıl hastanesinde hayatlarına devam eden çoğu gönüllü ‘hastalar’ ile buraya mahkumiyetine belki bir alternatif arayarak gelen Mcmurphy’nin yaşadıklarını konu alıyor. Kendi bağımsız ve kurallara gelemeyen hayatını diğer hastalara da yaymaya başlayan Mcmurphy hastane kurallarıyla girdiği her mücadeleden, kazansa da kazanmasa da adeta bir üstünü yapabilecek şekilde ayrılıyor ve en sonunda bu çabaları sonucu geri dönülemez bir yolda olduğu anlaşılıyor.”

Emre aldığı oscarları ve topladığı beğenileri söylemiş oldu;

“Öncelikle hoş bir melodram çalışmamızın ilk halkasında tüm okur ve yazar arkadaşlarımı selamlıyorum. (“saygılar bizden”) guguk kuşu ile başladığımız çalışmamızda herkesin bir şeyler paylaşması gerektiğini düşündüm ve the artist’te bu konuda çokça soru ceplayan tolga’nın yazmayacağını düşünüp (ve onaylatıp 🙂 filmin oscar’larını size anlatacağım.

Hoş bir melodramın tanıtım yazında rose isimli bir okur tarihte sadece 3 filmin en iyi erkek oyuncu, en iyi kadin oyuncu, en iyi senaryo, uyarlama ve en iyi film oscarlarinin hepsini birden aldığını söyledi. bunu bazı çevreler 5 yıldız olarak söylüyor. 

En iyi erkek oyuncu dalında Jack Nicholson döktürmüş. Deliler arasında olmasada çokta normal bir karakteri canlandırmadığı Guguk Kuşu’nda verdiği tepkiler ortalamanın çok üstündeydi. İnternetteki araştırmamda bu rol için öykü haklarını elinde bulunduran Kirk Douglas’ın düşünüldüğünü ama yaşı nedeniylen kabul görmediğini öğrendim. En iyi yıllarını yaşayan Nicholson ve Guguk Kuşu için iyi olmuş. 

En iyi kadın oyuncuya ben itiraz edeceyim çünkü oyunculuğuna hayran olsamda Louise Fletcher’in en iyi kadından çok yardımcı oyuncu olarak gördüm Guguk Kuşu’nda.

En iyi senaryo,  en iyi film  ve en iyi uyarlama dallarındaysa tabi o yıla ait diğer filmleri de incelememiz gerekir ama günümüze kadar imdb gibi bi dayanakta en iyi 10 uncu film olarak kalıyorsa söylecek cok şey kalmamıştır diye düşünüyorum”

Burda arada derede bişi söylemek istiyorum, ki kafamdaki yazı üslubuna uysun. Ben mesela en iyi kadın oyuncu rolünün çok yerinde olduğunu düşünüyorum. Fazlasıyla dişil-eril dünya çatışması var bu filmde. Taraflardan biri sahne olarak az gözükse de, karakteri dolayısıyla oldukça baskın. Tabi yorumlarda itiraza açık bu söylediğim. Örneğin benim kişisel favorim, Dany De Vito’dur şu filmde.

Bu tarz alt metni irdelemeye açık filmlerde esas olan ne anladığımızdır, filmin anlattıkları çok açıktır belki ama onu kendi toplumsal koşul ve birikimimizle değerlendirdiğimizde belli bir konum biçebiliriz ancak. Örneğin Nil şöyle özetlemiş;

“Esasen hastanede olanlar Guguk kuşunda gerçek anlatılmak istenenlerin bir uyarlaması. Burada gerçekte dönen belirli şartlara maruz kalan insanların nasıl hayata tepkisizleştikleri bana kalırsa. Mcmurphy gibi biri böyle durumlarda çok şeyide değiştirebilir, bir isyancı olarakta sayılabilir ama önemli olan insanların neyi istediğidir. Tabi akıl hastalığı durumları az daha karışık hale getirmese…”

Tolga bir hayli bişiler yazmış, düşünmüş bu konuda. Tabi ki ingilizce başlıkla, Daily Routine.

“Onlarca bakış açısına aynı anda kucak açabilecek potansiyelde bir film.. Bunun da ötesinde, birkaç fikir alışverişi yaptığınızda (ki bu, Hoş Bir Melodram’ın gereklilikleri arasında bana göre) bakış açısı çeşitliliğinin yanında insanları sadece anladıklarına ikna edebilecek gücü de bünyesinde barındırıyor. Şu ana kadar okuduklarım arasında o kadarı yoktu ama; en sığ akıl hastanesi filmi olmaktan, en derin hayatın ve düzenin bir yansıması olmasına kadar One Flew Over the Cuckoo’s Nest karşımızda!

Kendimin nerede olduğunu bilmiyorum. Hatta yukarıda belirtmeye çalıştığım sınırların belki çok altları ve üstleri bile mevcuttur ama benim One Flew Over the Cuckoo’s Nest’imi anlatmaya çalışacağım şu satırlarda. Sanırım sonrasındaki yorumlar da, nerede olduğumun asıl cevabımı bulmamda bana yardımcı olacak..

Eğer One Flew Over the Cuckoo’s Nest’i tek başıma yazıyor olsaydım şu an, başlığım kesinlikle daily routine olurdu. Akıl hastanesi çevresini tamamen görmezden gelin ve bir grup insan düşünün. Hatta bu, gruptan da öte bir toplum olabilir. Hem insanların kendi kendilerini idam ettiremeyip bir düzene, belki de birilerine bağımlılığı toplumun bir ortak sorunudur esas olarak. Anahtarları emanet ettikleri sahiplerinin dediklerini yapan, belirli bir süre zarfından bundan gocunmamaya başlayan ve uzun vadede aksinin nasıl bir şey olduğunu unutmaya başlayan günlük rutine bağımlı bir toplum. Diğer taraftaysa bu topluma aniden düşen bir yabancı. Diğerlerinden farkı; kapılar onun da üzerine kapatılmaya çalışılırken, geldiği yerin rutinlerini (beğensek de beğenmesek de evet, dışarıda da bir rutin vardır) başta herkes gibi hatırlayan ama anahtarı vermek yerine direksiyona kendisi geçmek isteyen bir yabancı.

Filmin karakterleri ise bu günlük rutin ile yabancının etkileşimini izleyiciye (veya orijinal halinde okura) aktarmak için yaratılmış adeta. Randle McMurphy’nin (Jack Nicholson) akıl hastanesini bir çıkış olarak görmesi ve mahkumiyetinde sahip olduğu sürenin aslında akıl hastanesi şartlarında geçerli olmadığını anlayana kadar oradakilerle eğlenmeyle karışık aslında dışarının düzenini kurma çabası ile, ona pek de teslim olmaya yanaşmayan “mutlu” ya da daha doğrusu kayıtsız/teslimiyetçi ama teknik olarak Mac’ten aslında çok daha hür sakinler gördüm ben.

İşte burada ben çekip gidiyorum faktörü ön plana çıkıyor. Bir tarafta mahkumiyet anlamında diğer tarafta ise mental anlamda sınırlandırılmış çekip gitme eylemi geçersiz kılındığına göre McMurphy’nin karakterine uygun yapabilecekleri devreye giriyor ve aslında oradaki birçok insanın hakkı olan bir şeyin sırf günlük rutinle alakası olmaması nedeniyle otoriter bir yönetimin yaptırımları gözler önüne seriliyor.  

Bununla birlikte insanlar o kadar sindirilmiş ve içleri o kadar boşaltılmış ki; baskının olmadığı sayılı anların ardından sanki yaşam hedeflerine ulaşmışlar gibi bir gerçek ortaya çıkıyor. Örneğin Billy -muhtemelen- ilk cinsel deneyimi sonrası hastanede kaldığı müddetçe gördüğü baskıdan sıyrılmış ve artık kekelemeyen biri olarak hemşire Ratched’ın karşısına dikildiğinde rejim o çocuğun (çocuk değil ya neyse) ilerleme katettiğine değil, onun ezdiği/yıktığı kurallara odaklanıyor. Ee Billy zaten gönüllü değil mi? İsterse çıkıp hayatını yaşayamaz mı? Yaşar elbet ama bir şeylere o kadar bağımlı kılınmış bir yaşamı var ki, onun elinden kaydığını gördüğünde aslında özgürleştiğini değil, hayatının bittiğini görüyor ve intihar ediyor. Benzer bir parodiyi bir başka klasik The Shawshank Redemption’da da görmüştük. Kütüphaneci Brooks onca yıllık mahkumiyetinin ardından baskısız hayata nasıl da uyum sağlayamamıştı hatırlayanınız var mı? Ya da unutanınız? Uğraşmak istemeyene sonu One Flew Over the Cuckoo’s Nest’in Billy’siyle aynı olmuştu diyeyim.

One Flew Over the Cuckoo’s Nest demişken uzaklaşmayalım konudan, aynı şekilde Şef de vardı mesela. Adam sağır-dilsiz mottosuyla geçirdiği yıllarından sonra McMurphy’nin ışığını, aslında ait olduğu dünyanın ışığını görüyor ve şakımasa bile tepkiler vermeye başlıyor ufak ufak. Filmin de zaten en sağlam karakterlerinden biri o değil mi? Mac’e beyin ameliyatı benzeri müdahaeden sonra artık bildiği Mac olmadığını görmesiyle yaptığı (spoiler verdim verdim şimdi susuyorsam bende) eylemde saklı aslında birçok cevap.

Demem odur ki sevgili dostlar, One Flew Over the Cuckoo’s Nest hayatımızın küçük bir yansıması aslında. Akıl hastanesini çıkarın toplumu koyun, hastane yönetimini çıkarın bir tutam otoriter rejim ekleyin ve afiyet olsun. İnsanlar gerçekte ne yapmaları gerektiğini bilmeyecek kadar bağımlı, baş kaldıramayacak kadar pısırık birer bitki olsunlar. Böyle yaşamaktansa hepimiz biraz deli olmalıyız belki de. McMurphy olabilenlereyse; tek kelimeyle saygı duymak gerekir.”

Bu filmin anlattığı ile onu sevme/beğenme sebeplerimiz yakındır diye düşünüyorum. Sadece düz hikayeyi beğenmiş olamayız bu kadar beğenilen bir filmde.

Ben (yine mel) baya sordum filmi kendime (ve kitabı okumaya karar verdim)

Öncelikle filmde inanılmaz belirgin bir erkek egemen toplum görüntüsü var. Dikkatli bakıldığında, deliler hastesini dolduranların hadım edilmiş erkekler olduğunu görebilirsiniz, aile sorunları olan biri, anne baskısı altında kalan biri, bir hayli bakir. Ve bütün bu düzeni bozan kim? Maço, fazla sevişmek ve şiddet uygulamaktan dolayı hapse/tımarhaneye gönderilmiş Mac. Tüm onlara hükmeden hemşireler.. delilerin terapi gördükleri anlarda korkunç bir eziyet, tımarhane dışına çıktıkları veya Mac’e uyum sağladıkları anlarda ise beyzbol, kumar oynamak, balıkçılık, alem yapmak gibi fazlasıyla “eril” eylemlere maruz kalıyorlar. Filmin alt metnin bu olmadığını umuyorum, ama bu çok belirgin, o yüzden buranın üzerinden devam edeceğim. Biraz daha üzerinde düşünüldüğünde, hemşirelerin arkasında, patron gibi görebileceğimiz hastane doktoru, avukatlar her ne kadar cinsiyetleri üzerinden karakterleri belirginleşmese de erkek, delileri dışarda bekleyen, sıradan hayatsa fazlasıyla dişi.

Dolayısıyla ben Mac veya hemşire gibi ana karakterlerin sadece hikayeyi anlatmakta aracı olabilecek insanlar olduğunu kanısına vardım. dişil ve eril olarak baskın olan öğeler toplumsal tavrı, silik olanlar bireyleri temsil ediyor bana kalırsa. Özellikle Mac sandığımız kadar doğrudan bir simge (özgürlüğün, dahiliğin, gerçek deliliğin vs vs) değil. Aksine belki de delilerin kafasında yaratabileceği (filmde tabi ki öyle değil ama) fazlasıyla şizofrenik bir unsur. Bir uç nokta. Film boyunca onu seviyor, ona imreniyoruz. Ama o bir tecavüzcü, bir şiddet bağımlısı. Bunları unutarak onu seviyoruz. Yani biz aslında tıpkı ordaki deliler gibi bakıyoruz Mac’e. Rahatsızız. Mutsuzuz. Düzenin bize zorladığı, baskı kurduğu toplumda hareket alanımız çok kısıtlı. Müzik dinlemek, televizyon izlemek, banyo yapmak.. Buna o kadar uzun süre müdehale etmiyoruz ki, bizi ele geçiriyor, çıkabilecekken çıkmıyoruz burdan artık. Bizi ve hastanedekileri deli yapan tam da budur.O yüzden filmin zirve noktası Billy’nin Mac’e “henüz hazır değilim” dediğini andır bana kalırsa.. henüz hazır değiliz diyoruz kendimize sürekli, önce okulum bitsin, önce iş bulayım diyoruz.. Tolga’nın yazısıyla ayrıştığım nokta burda, özgürlüğün mental olarak varolabileceğini düşünüyoruz. Halbuki o kadar eylemliliğe ihtiyaç duyuyor ki özgürlük. Çok ağır bir metal ile cam kırmak gibi, kafasına estiği için bir an şehir dışına çıkmak, balığa gitmek gibi.. Burda çok kritik bir başka nokta ise, başka bir dünyanın var olabileceğini, konuşarak bunu yarayabileceğini gören bir karakterin filmin sonunu belirlemesi. Muazzam güzel bir final.. Çünkü aslında Mac artık o eski Mac olmadığı için değil, artık çıkış noktası çok belirgin olduğu ve Mac‘e ihtiyaç kalmadığı için Mac önemli değil. eğer plansız, bencil olmak ve olmamak arasında kalan, çelişkilerle dolu bir özgürlük anlayışınız varsa, eğer o “yaşadığı toplum içinde çılgınlık” olabilecek her şeyi kapsıyorsa sizin baskı altında yenilginiz daha ağır olur. Sağır ve dilsiz adamın bulduğu cevap budur artık hazır olduğudur, belki de kendini hayata bağlayan insanı kaybetmek pahasına. Onun bulduğu cevap, kendisine konulan sınırlardan çıkmaktır.. umutmamak gerek Mac ne kadar etkileyici olursa olsun, o sınırlardan sonsuza kadar çıkabilen bir karakter değildir. Onu içeride tutan, kurduğu sevgi ilişkisi de değildir sadece. Aynı zamanda korkudur da.. hapishaneye dönmek istememesine yol açan bir korku. Yani Mac bir taraf hemşire  diğer taraf değil de, deliler bir toplum, Mac ve hemşireler tarihin kendisi gibi. Ben böyle anladım filmi. Tek eksiği, delilerin hepsinin Mac’in terapisine cevap veriyor olması. Biraz inandırıcılıktan uzak olmuş. Ha bir de Mac’in deli karakteri her ne kadar muazzam bir oyunculukla taçlansa da, çok abartılı kalmış film için de. Neyse; güzel film velhasıl. Herkes de aynı fikirde

Nil;

“Ben filmi yerimden kalkmadan izledim ve bir hayli etkilendim. Aynı zamanda bir kitaptan uyarlama olduğu için böyle iz bırakan bi filmin atlamış olabileceği deyatlar için sizlere kitabınıda okumanızı öneriyorum. Eminim keşfedecek yeni boyunlar bulabiliriz sayfalar arasında da”

Emre;

Valla severek izledim ben ve bakan arkadaşlarımda aynı şeyi söylüyor. güzel bi başlangıç oldu hepimize. fikri bize kazandıran melike ve uygulamada rol oynayan Tolga’ya teşekkür ediyorum. Bi’ dahakine heyecanlanmamak elde değil”

Tabi kimsenin kitabı okumaması ayıp. Ben yazarın filmi beğenmediğini okudum bir yerde. Mümkündür.

Bizim diyeceğimiz bu kadar. Çok uzun oldu. Hala okuyorsan bravo arkadaş! Haftaya Çarşamba yine gel!  Milos Forman’dan devam. Man on the moon.

http://www.youtube.com/watch?v=1hKSYgOGtos

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir