The Descendants (2011)

İyi veya kötü yorumunu ayrı tutmak kaydıyla, sadece belirli oyuncular hatta belirli bir oyuncu üzerinden dönen filmler olgusunu kafanızdan geçirin. Senaryo direk bu oyuncu için düşünülsün veya düşünülmesin, ana karakteri, ana karakter yapmaktan öte, filmin tek odağı haline getiren yapımlardır bunlar. Başarının -sonucun da diyebiliriz çünkü işin içinde başarısızlık da vardır- büyük bir bölümü de zaten hikayenin sağlamlığı ve bu rol için düşünülen ve/veya bulunan oyuncunun arasında paylaşılır gider.

The Descendants da, George Clooney’nin canlandırdığı Matt King karakteri ile tam olarak böyle bir yapım. Çok ağır olmayan bir hikaye üzerine kurulu sağlam bir rol ve bunun hakkını fazlasıyla veren bir oyuncu.. Basit bir formül gibi duruyor ama aldığınız risk gereği, arkasındaki dengeleri de kuşkusuz iyi oturtmak lazım. Mesela klasik başrol uygulamalarında elbette bir ön plana çıkma hissi vardır ama bunlarda; aslında nasıl anacağımı bilmiyorum kelime uydurmak da sonradan yeni bir dil oluşturmaya başlayıp beni anlayanları azalttığım için tercihim değil, o zaman şimdilik The Descendants ayarı filmlerde diyeyim, arkaplanda dönen ve bu esas role alternatif oluşturacak bir girişim dahi olmuyor. Hikaye George Clooney & Matt King ile başlıyor, George Clooney & Matt King ile her anı yaşıyor ve yine George Clooney & Matt King ile bitiyor. Hepsi bu.

Kouya geçersek (spoiler istemeyenler son paragrafa atlasa fena olmaz); Hawaii’de ailesinden kendisine kalan yüklü topraklara rağmen mütevazi bir hayatı seçen Matt King’in eşi Elizabeth King’in (Patricia Hastie) geçirdiği bir tekne kazasıyla başlıyor The Descendants. O güne kadar eşi başta olmak üzere kızları Alexandra King (Shailene Woodley) ve Scottie King’e (Amara Miller) de işleri sebebiyle ilgisiz kalan Matt’in sorunlu kızlarıyla başlayan imtihanı, ilk olarak Alexandra’dan öğrendiği ölüm döşeğindeki Elizabeth’in başka bir ilişkisi olabileceği gerçeğiyle yeni bir boyut kazanıyor. İlerleyen dönemde eşinin kendi isteği üzerine daha fazla makinelerle yaşatılmayacağı gerçeğini eğer Elizabeth bir ilişki yaşıyorsa o kişinin de bilmesi gerektiğine büyük bir olgunlukla (ve iki çift laf söyleme dürtüsüyle) karar veren Matt, kızlarıyla birlikte, ulaştığı Brian Speer (Matthew Lillard) ismindeki adamı bulma yoluna düşüyor. Ve zamanla, Brian Speer sayesinde Hawaii’de ailesinden kalan ve sadece kendisinin söz sahibi olduğu son toprakları satma kararını da gözden geçiren Matt’in tercihi, çoğu kuzenlerinden oluşan aile üyelerininden git gide uzaklaşmaya başlıyor.

Fazla iniş-çıkış olmamasına rağmen 115 dakikalık The Descendants her dakikasında dikkatleri üzerinde toplamasını iyi beceriyor. Bu bağlamda başta dediğim odak noktası ve bu rol için seçilen George Clooney’nin katkısı elbette göz ardı edilemez ama fazla olmasalar da diğer ön plandaki karakterlerin filme etkisi de gayet olumlu olmuş. Göze batan veya başka türlü olması düşünülen tek bir noktayı şu an hatırlayamamamı, fazla hafızamı zorlamamaktan ziyade bu kez (belki de uzun zaman sonra ve halo effect’im dışında ilk defa) yapımın sağlamlığına bağlamak istiyorum. Oscar yolunda sadece kağıt üzerinde görülen zayıflıkları sonucu başarısızlığa uğrar mı bilmiyorum ancak The Descendants’ın, izlenesi film arayanları mutlu edecek bir yapım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Türkçe’ye “Senden Bana Kalan” şeklinde çevrilen The Descendants için son sözüm de (belki de ilktir aslında) Brian Speer’in eşi Julie Speer rolünü canlandıran Judy Greer’e gitsin. Hepinize iyi seyirler!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir